“Zavallı yaratıklar, güzelliklerinin bedelini ödüyorlar. İnsan, güzel olan her şeyi yakalayıp bir yere kapatmak ve kalabalıklar halinde gelip onun yavaş yavaş ölmesini izlemek istiyor.” David Garnett, A Man in the Zoo

Türlerin Berlin Duvarı

Hayvanat bahçelerinin en çarpıcı yanı; kafeslerden, parmaklıklardan, duvarlardan, pencerelerden, hendek ve çitlerden veya yalnızlığın o kapalı dünyasından, geceleri yükselen acı dolu çığlıklardan, hastalık ve sefaletin nemli ve leş çürük kokusundan oluşan maddi gerçekliği değildir. Hayvanat bahçelerinin esas ilgi çekici yanı, altında yatan psikolojidir. Bu psikoloji; doğaya boyun eğdirmek, vahşi hayatı evcilleştirmek, kendinden aşağı gördüğü şeylere hâkim olmak isteyen insan beyninde de bulunur, ilk günden bu yana Batı kültürünü şekillendiren hiyerarşi ve egemenlik epistemolojilerde de. Ayrışmanın esas gayesi bizi belli bir hayvandan değil, bir bütün olarak doğadan koparmaktır. Aradaki sınırlar ontolojik duvarlardır. Hayvanat bahçeleri bizi tek tek hayvanlardan ayırmakla kalmaz; kendi hayvanlığımıza, evrimsel mirasımıza, evrimin dinamik macerasında beraber yol aldığımız ve türümüzün ortaya çıkmasına yol açmış, hisseden ve düşünen biyolojik atalarımıza yabancılaşmamıza da neden olur. Dolayısıyla söz konusu duvarlar sadece fiziksel değil, kültürel ayrışmayı getirir. Hayatı, evrilen bir devamlılık olarak göstermek yerine “biz” ve “onlar” halinde ikiye böler.

 

Hayvanat bahçesi ziyaretçileri izleyici görevini görür. Hayvanları nesneleştiren ve onları alçaltılmış ve aşağı bir seviyede nesneleştiren bakışın sahibidir. Bakma eyleminin kendisi bile, öznenin görsel hedefini gözlerinin tepeden bakan değerlerine göre yargıladığı bir güç ilişkisi kurar. Özne, bir nesneye eğlenme amacıyla baktığında, anlayış veya saygı yoktur. Bir izleyiciyi gözetlemek çok sinir bozucudur; çünkü ne kadar saçma bir iş yaptıklarını ve tutsak hayvanların kederine ve yalnızlığına karşı ne kadar katılaşmış olduklarını görürsünüz. Malamud’a göre, hayvanat bahçelerindeki hayvanlara bakan insanların hayvanlara saygı duyma ihtimali, on dokuzuncu yüzyılda parmaklıklar ardındaki koyu tenli bir insana bakanların kültürel çeşitliliği takdir etme ihtimalleriyle aynıdır.

Hayvanat bahçeleri, hem hükmettikleri hayvan nesneler hem de hükmeden insan öznelerinin iğrençliği; insanın ruhuna musallat olan dehşetin, onun kendi manevi köklerine ve hayvansı kökenine duyduğu tiksintinin ta kendisidir. Parmaklıklar arasından esaret altındaki hayvanlara, eğlence için hapsedilmiş kıllı ürünlere baktığımızda kendi yabancılaşmamızı görürüz. Doğanın ölümüyle biz de çürürken bir yandan da hem geçmiş günahlarımızı hem de gelecek rezilliklerimizi aşarız. Asla yüzümüze bakmayan genetik akrabalarımıza baktıkça kendimizi küçültürüz. Sıkıcı ailelerin, çocukların hayvanat bahçesinde “eğlendiği” iddiası, bir argüman değil, genç bir dimağın çarpıtılışının ilk adımlarındandır. Görünüşe göre “Schadenfreude” -başkalarının acısından alınan zevk- tüm aileyi eğlendirmektedir. Daniel Quinn’in Ishmael adlı kitabında kibirli bir hümanist ile filozof bir gorilin Sokratik diyaloğu yer alır. Goril, adamı çok derin bir ortak noktaları olduğunu söyleyerek ürkütür. Bu nokta, esaret tecrübesidir. Goril bir sürü sirk ve eğlence tesisinde esir olmuştur. Fakat Yahudi-Hristiyan felsefesinin ön kabulleriyle eğitilmiş adam, güceniklik ve şaşkınlıkla, insan merkezciliğin işlevsiz ve sabit paradigmasının daha da kalın zincirleriyle tutsak olduğunu fark eder.

 

Hayvanat Bahçeleri ve Doğanın Sonu Vol-2 (SUB yayımları birinci baskı 2017 çeviren: Deniz Kurt, yayıma hazırlayan: Deniz Cansever, genel yayın yönetmeni: Murat Arslan. syf.9-12)