Sanat ve sanatçının etik sorunları: Sanatın öznesi, ‘nesneleştirilen hayvan’

“Bir sanat eserinin oluşum sürecindeki etik ihlaller, sanat eserinin veya o yapıtı meydana getiren sanatçının değerini etkiler mi/etkilemeli mi?”

Antroposantrizm, insanın yüzyıllardır sürdürdüğü benzersizliğe dayalı düşünce sorununun bir sonucudur. Tarihsel süreçte ve günümüzde, antroposantrik düşünce tarzının etkisinin azaldığı düşünülmekle birlikte bu temelsiz yaklaşımın en fazla zarar görenleri, insan dışı hayvanlardır. İnsan dışı hayvanlar, antroposantrik düşüncenin neden olduğu zararlarla karşı karşıya kalmışlardır ve hala bu etkilerle insan hizmeti uğruna sömürülmeye devam edilmektedirler.

 

Kopernik devrimi ile başlatılan, sonrasında Darwin’in evrim teorisi ile güçlenen ve günümüzde de insan merkezli bu düşünce sistemine posthümanizm çatısında getirilen eleştiriler, insanın bu sistemdeki konumunun sarsıldığını düşündürse de hayvanın konumunu halen değiştirememiştir. Bu süreç içerisinde değiştiremediğimiz ana fikir, insanın hiyerarşik olarak diğer tüm insan dışı hayvanlardan üstün olduğu düşüncesidir. Bilim, kültür ve sanat alanlarında bu yanıltıcı fikir sistemini meşru bir zeminde konumlandıran üretimler, hayvanı insandan daha aşağı bir konuma yerleştirmekte ve insanın insan dışı tüm hayvanlardan üstün olduğu fikrini yaygınlaştırmaktadır.

Kültür, ekonomi ve siyasetin birbiri ile dirsek teması halinde olması -söz konusu hayvan olduğunda- birçok sorunu da beraberinde getirmektedir. Bu sorunlardan yalnızca birisi ve belki de en görünür olmasına rağmen en az fark edileni ‘sanattaki hayvan sömürüsü’dür.

Hayvanlar, diğer alanlarda olduğu gibi sanat uygulamalarında da insanın sınırsız şiddet eğiliminden kaçamamıştır. Birçok hatalı yaklaşımların etkisiyle sanat uygulamalarında da hayvanlar nesneleştirilmekte, şiddet ve tahakküme maruz bırakılmaktadır. Bu durumu etik bir perspektifle sorgulamak, hayvanların sanat alanlarında da maruz kaldığı şiddet ve sömürünün anlaşılmasına katkı sağlayacaktır.

Sanat uygulamalarındaki etik tartışmaların hayvan kullanımları özelinde yürütülmediğini söylemek mümkündür. Sanat alanında etik, birçok teorisyen tarafından farklı yaklaşımlar çerçevesinde tartışılıyorken söz konusu hayvan olduğunda etik ve hayvan kullanımları neredeyse hiç tartışılmamış/tartışılmamaktadır. Bu yazıda 1960 sonrası bazı sanat hareketleri çerçevesinde Demian Hirst, Catherine Bell isimlerine ve yapıtlarına odaklanılacaktır. Bu isimlerin işlerine gelmeden önce sanat uygulamalarında hayvanın nesneleştirilme olgusuna biraz yakından bakalım…

Resim alanında kullanılan malzemelerin (fırça, boya vb) yanı sıra hayvanın nasıl temsil edildiği ve resmedildiği sorunsalı odak noktamız olacak. Francisco De Zurbaran’ın 1680 yılında yaptığı “Tanrının Kuzusu” adlı yapıtı; bir kuzunun elleri ve ayakları bağlanmış, insan hizmeti için (ritüelistik bir faaliyet) öldürülmeyi bekleyen bir vaziyette resmedilişidir. Bu yapıtta hayvana doğrudan uygulanan eylemsel bir şiddet olmamakla birlikte aslında hâlihazırda uygulanan bir şiddetin resmedilişini görürüz. Bernardo Strozzi 1625 yılında yaptığı “Aşçı” isimli tabloda da ölü av hayvanlarının bulunduğu bir mekânda genç bir kadını, bir ördeğin tüylerini yolarken resmetmiştir. Annibale Carracci’nin 1580 yılında yaptığı “Kasap Dükkanı” adlı yağlıboya tablosuna sanat tarihçileri ve eleştirmenler tablonun felsefi temelleri ve temsilleri konusunda birçok yorum geliştirmiştir. Elbette burada asıl meselemiz gündelik hayatta hayvanların insan hizmeti uğruna öldürülüşü ve bunun resmedilişidir. Bu ve benzeri yapıtlarda, çağdaş sanat uygulamalarında karşılaşacağımız eylemsel bir şiddet olmasa da eylemi meşru kılan ve hayvana şiddeti döngüselliğe, dolayısıyla çıkmaza sokan bir vaziyet karşımıza çıkmaktadır.

Sinema alanına odaklandığımızda filmin daha gerçekçi ve sarsıcı olabilmesi adına hayvanların birçok filmde öldürüldüğü bilinmektedir. Jean Renoir’ın yönetmenliğini yaptığı “The Rules of the Game” filminin 12 dakika süren av sahnesi boyunca tavşan ve kuş, gerçek mermi kullanılarak öldürülmüştür. Söz konusu insan ve insanın varoluşuyla ilgili konular olduğunda, sorunsalların dışavurumu için yapılamayacak hiçbir şey yoktur.

Müzik sanatında ise çalgı yapımına odaklanalım, işin dil odaklı bölümüne edebiyat türünde değinelim. Özellikle kültür mitleri çerçevesinde meşrulaştırılan bazı çalgı yapımlarının olmazsa olmazı olan hayvan kemikleri, hayvan derisi, hayvan kılları, hayvanlardan elde edilen yapıştırıcılar, günümüz teknolojik olanaklarında dahi tercih edilmektedir. Vurmalı çalgılarda; keçi, inek, koyun gibi hayvan derileri, ağaç temelli yapılan çalgılarda hayvanlardan elde edilen yapıştırıcılar, telli çalgıların yaylarında ise hayvan kılları kullanılmaktadır. Örneğin Türkiye’nin Karadeniz bölgesinde sıklıkla kullanılan tulum çalgısı için oğlak derisi kullanılmaktadır. Oğlağın tüm bedeninin kullanıldığı tulum çalgısı, yöresel desenlerle bezenmiş kılıflarla kamufle edilmektedir.

Edebiyat alanında spesifik bir örnek vermek yerine dil olgusuna odaklanalım. Mitler, destanlar, hikâyeler, öyküler, masallar, atasözleri, deyimler ve metinler hayvanın sistemdeki konumunu belirler ve şiddeti dil aracılığıyla meşrulaştırır. Hayvanı aşağılayan ve yücelten söylemler bir şiddet dilidir. İnsanın olumlu veya olumsuz davranışlarını nitelemek adına geliştirilen söylemlere bakıldığında “öteki” olgusunun hayvanlar üzerinden inşa edildiği görülmektedir.

Dil ve temsil ilişkisi son derece kritiktir. Dil vasıtasıyla hayvan, insan zihninde bir nesne olarak temsil edilir ve böylece hayvanın pozisyonunun, dil ve eylemlerimiz bağlamında belirlendiği açığa çıkar. Söylem yoluyla üretilen şiddet, hayvanın insan zihnindeki konumuyla birlikte eylemlerimizi de şekillendirir. Üretilen şiddet dili, hayvanın bu sistemdeki konumunun devamlılığında ve sürdürülmesinde önemli bir işlevselliğe sahiptir. İnsanın zihnindeki hayvan tasavvuru, derin bir düşünce gerektiren ve değişimi zorunlu kılan bir kavramsal dönüşüm çağrısında bulunur; bu dönüşüm, hayvanı salt bir nesne olmaktan çıkarıp, varoluşsal anlamda daha kapsayıcı ve adil bir konumda değerlendirilmesine yönelik arayışlarla bağlantılıdır. Dil aracılığıyla üretilen söylemler, hayvanın özgür bir şekilde yaşaması gerektiği bu dünyada adalet ve değişim için kritik bir öneme sahiptir.

Yukarıda eylemsel şiddet ve simgesel veya sembolik şiddet kavramlarına değindik. Konunun daha iyi anlaşılabilmesi adına, Çağdaş sanat uygulamalarında karşılaştığımız bazı sanatçıların yapıtlarına ya da işlerine değinmekte de fayda var.

Sanatın özürlük ve özgünlüğü ezberinin 1960 sonrası Marcel Duchamp etkisiyle bir dönüşüm yaşadığını söylemek mümkündür. Duchamp, sanatın elitist ve aşağılık yönüyle dalga geçmek ister ve sanatın demokratikleştirilmesi adına her şeyin sanat eseri ve herkesin sanatçı olabileceği fikri ile hazır nesne olgusunu sanat alanına dâhil eder. Döneminin sanatçıları ve ondan sonra gelecek sanatçılar, sanat uygulamalarında hayvana şiddeti simgeselliği aşarak eylemsel bir boyutta performe etmeye başlamıştır.

Hermann Nitsch, insanın şamanistik eylemlerine gönderme yaparak performanslarında kan ve şiddetin yanı sıra hayvan bedenlerini de kullanmaktadır.  Joseph Beuys, “Ben Amerikayı seviyorum Amerika beni” adlı performansında insanın doğadan koparılma olgusunu doğadan kopardığı bir kır kurdu ile bir odada kalarak performe etmektedir. Maurızıo Cattelan, müzelerde ve sanat galerilerinde sergilenmek üzere atları öldürülüp içlerini doldurur. Guillermo Vargas Jiménez, performansında barınaktan yuvaladığı bir sokak köpeğini aç ve susuz bırakarak öldürmüştür ve bu sürecin kendisi bir sanat yapıtı olarak değerlendirilmektedir. Oleg Kulik, sokak hayvanlarının maruz kaldığı yaşam koşullarını eleştirmek adına bir köpek ile bir odada kalarak performansı uğruna nesneleştirdiği köpekle beraberliklerini performe etmiştir. Wim Delvoye, mezbahada öldürülmek üzere ‘üretilen’ yavru domuzları satın alır, domuzlar canlıyken üzerlerine dövme yapar ve domuzlar belli bir erişkinliğe ulaştığında müzede sergilenmek üzere öldürülür. İçleri doldurularak sergilenir. Tania Bruguera ve Ana Mendieta performanslarında tavuk ve kuzu kullanır, yaşadıkları duygulanımları dışa vurmak adına parçalanmış hayvan bedenleri sergilenir.

Yukarıda ismi geçen sanatçılar, sanat uygulamalarında hayvanı nesneleştiren ve sanatın özgür ve özgün olma niteliğini hayvana uyguladığı şiddet üzerinden temellendiren sanatçılardan yalnızca birkaçıdır.

Sanat ve etik kavramlarının birbiriyle sıkı bir ilişki içerisinde olması ve bu meselenin bir zorunluluk arz etmesi gerektirdiğini ismi geçen sanatçıların işlerine bakarak biraz daha anlaşılır kılabiliriz. Bir suje ya da izlerkitle fertleri olarak estetik deneyimlerimizden sorumlu olabileceğimiz ve sanat-sanatçı-izlerkitle üçgeninde üzerimize düşen sorumlukları sorgulamak adına nasıl bir olgunun ve deneyimin parçası olduğumuzun farkında olmak bu sitemin değişmesi ve dönüşmesinde önemli bir faktördür. Yukarıda bahsi geçen yapıtlar sergilenirken milyon dolarlara satılırken ‘İzlerkitle ne yapıyordu ve ne yapmalı?’ soruları akıllara gelmelidir.

Sanat alanlarında bir yaşamın öznesi olan hayvanın nesneleştirilme olgusunu farklı sanat dallarında açıklamaya çalıştıktan sonra konunun anlatılanlar ile sınırlı olmadığını, yukarıda anlatılanların sadece bir girizgâh niteliği taşıdığını belirtmekte fayda var. Şimdi metnin asıl odak noktası olan Damien Hirst ve Catherine Bell isimli sanatçıların eserlerine odaklanalım.

Damien Hirst, performanslarında ölü hayvan kullanmasıyla bilinir. yukarıda yer alan yapıtı 1991 (Günümüzde de bu yapıtları üretmeye, sergilemeye ve satmaya devam etmektedir) yılında sergilenen bir köpek balığıdır. Size biraz süreçten bahsetmek isterim. Sanatçımız bir köpek balığı satın alır, müze ve sanat galerilerinde sergilenmek üzere köpekbalığı öldürülür, formaldehit sıvısında muhafaza edilerek izlerkitle ile buluşur. Elbette bazı müze küratörleri ve sanatseverler esere bayılır (Çünkü eser bir köpek balığıdır) ve sanatçıdan daha fazla eser üretmesi istenir. Sonrasında Hirst, bir köpek balığı avcısı ile anlaşır ve hala bu işleri yaparak ‘sanat üretmeye’ devam etmektedir. Sanatçının başka bir yapıtında ise 9 bin kelebek öldürülmüştür. Aynı işlemleri başka yapıtlarında da görmek mümkündür. Hirst’ün sanat uygulamalarında hayvanları kullanmasına gelen bazı eleştiriler doğrultusunda Hirst, insanın ikiyüzlülüğünü kalkan edinerek kendisini savunur. Hayvanları sanatı ile ölümsüzleştirdiğini dile getirerek onları yerken, bu eleştirilerin haksız olduğu fikri ile eylemlerini meşrulaştırır. Bu uygulamaların hiçbirini bir insan üzerinde yapamazdı. Bir şiddet failinin eylemlerini meşrulaştırmak ve ideolojisinin propagandasını sanat alanını istismar ederek yaptığı fikri kulağa hoş gelmeyebilir. Buradaki sorun sanatın ulvi olması ve sanat alanının kendisinin istismar edilişi değil, hayvanın bu uygulamalardaki şiddete maruz kalışıdır. Asıl istismar hayvana yapılandır.

İkinci sanatçımız “Başka bir yolu yok mu?” sorusunu akıllara getiren Catherine BELL… Babasının ölümünden sonra yaşadığı duygulanımı dışa vurmak adına performansı sırasında “40 adet” mürekkep balığını öldürür ve mürekkeplerini ağzına sıkarak bir performans gerçekleştirir. Bell’in babasının ölümünün travmasına ve bedensel çözülme arzusuna tepkisini temsil eder

Sanat ve etik kavramlarının birbiriyle sıkı bir ilişkisi içerisinde olması gerekliliğine yukarıda değinmiştim. Ancak meselenin türcü boyutuna da açıklık getirmek adına sizi bir görselle daha karşılaştırmak isterim. Kevin Carter’ın 1994 yılında çektiği Akbaba ve siyahi çocuk fotoğrafı…

Fotoğraf, Pulitzer (sanat ve gazetecilik alanında oldukça önemli bir ödül) ödülü de aldı ve oldukça eleştirildi. Sanatçıya, “O çocuğa nasıl su ve yemek vermezsin?”, “Az ileride olan kampa götürmek için nasıl yardım etmezsin?” gibi birçok eleştiri yöneltildi. Konu insan olduğunda sanatçılardan etik bir çerçevede davranması gerektiği eylemler bekliyoruz. Tekrar ediyorum ‘söz konusu insan olduğunda’ yukarıda yer alan bu uygulamaların imkânı ya da imkânsızlığı dahi tartışılamaz. İnsanın sanat uygulamalarında kullanılması ve “rızası” olmadan nesneleştirilmesi mevzubahis olamaz. Sanat uygulamalarında rızası olmadan –rızasının alınması mümkün olmayan- hayvanların kullanımı etik bir sorun teşkil etmektedir. Bu durumun değişmesinde sanatçılara ve izlerkitleye büyük bir sorumluluk düşmektedir.

 

İnsan ve hayvan arasındaki bu dengesiz, çelişkili ve türcü bakış açısının yarattığı yanılgının ivedi bir şekilde farkına varılması ve sistemin değişmesi adına ahlaki failler olarak bizlerin değişmesi, dönüşmesi gerekmektedir.

“Sanatın özgürlük ideali yalnızca insanlar için değil, tüm canlılar için geçerli olmalıdır.  Sanatın büyülü dünyası, hayvanların varoluşunun sonsuz renkleriyle dans ederek kafeslerin kırıldığı ve adaletin olduğu bir sahne olmalıdır!”

Yazar: Şebnem Edikli