Gorili Bir de Öyle Görmek

Kütüphanelerin kültürel veya politik antropoloji rafları genellikle  merkezinde tarihsel bağlamda “modern” olarak tanımlanan insanın bakışının yer aldığı çığır açan çalışmaların ağırlığını taşır. Bu bakışın ağırlık merkezinde ise yine tarihsel, kültürel ve tabii ki coğrafi olarak Avrupa’yı bulmak “kimse” için  şaşırtıcı olmaz. Çalışmalar  “öteki diyarların insanının” modern insana hiç benzemeyen yaşamlarını derinlemesine gözlemler. Kaçınılmaz olarak bu bir kıyası da davet eder.  Kaba bir tabirle dünyanın garip bir yer olduğunu insan üzerinden okumayı sağlayan ve “modern insana”  tek ölçüt olmadığını anlatan veya hatırlatan ayrıntıların kaynağıdırlar. (Bundan pekala olumsuz bir yargı çıkarmak da mümkün ama bu başka bir tartışmanın konusu).  Süreğen yaşama biçimlerinin, makro sistemlerin, aşina olduğumuz ilişkilerin, bağların, değerlerin nihayetinde tek bir tecrübe etme yolunun olmadığını göstererek, alışılagelen imgeleri  sert bir biçimde kırıp, bükerek yeniden tanımlayan şahitlikler içerir. Diğer bir anlatımla “öteki diyarlar” teker teker bakınca istisnalar yığını, toplamda istisnaları aşan bir farklılıklar katmanıdır.

 

Varılan yer, olumlu ya da olumsuz olması bir yana,  bildiğimiz ve kanıksadığımız  normların dışında kalanların birçok sebeple nesneleştirilmesidir. (Yanlış anlamaya yol açmadan belirtmemde yarar var: Metalaşma değil). Tuaregler, Maoriler, Guayakiler, Siyular, Romanlar…  Yüzlercesi aynı zamanda kültürel bir hiyerarşi motifinin açık ya da gizli olarak muhatabıdır. “Modern olan” istediği zaman onlara “bakabilir” fakat onlar buna karşılık veremez ve istese de bakamaz. Görmezden gelmenin olanaksızlaştığı, milyonlarca kelimeyle, yazıyla ve sözle ifade edilmiş bir hakikatle anlamlandırabiliriz malum ilişkiyi: Gücünü ve hakimiyetini ilan eden ve dayatan, diğerinin pozisyonunu belirler. Kendi kendine benzeyenler ve diğerleri arasında bir mesafe vardır. Mesafe, kurulan ilişkide  diğerlerinin nasıl tanımlandığını anlatır bize. Hatta tanımlamadan doğan farklar kasten bir ”kötü olanı” yaratır ki meşru olmayan eylemlerin de haklı bir sebebi olsun.

Anatole France’ın alegorik eseri Penguenler Adası’nda iki penguen arasındaki -bahsettiğim mesafeye işaret eden- diyaloglardan biri şöyledir:

  • Fokları sevmez misiniz?
  • Onlardan nefret ederiz,
  • Niçin nefret ediyorsunuz?
  • Bir de soruyorsunuz! Foklar penguenlerin komşusu değil mi?
  • Evet.
  • İşte bu nedenle penguenler foklardan nefret ederler.
  • Bu bir neden mi?
  • Elbette. Komşu demek düşman demektir. 

France’in meselesi Fransa’nın tarihi olsa da yaklaşımındaki öz, başka içeriklere de uyarlayabileceğimiz bir anlatım sunuyor. Beylik bir ifade fakat sorun, eşitlikle ilgili bir derdimizin olup olmadığını sormamızı gerekli kılıyor  veya  “kimin eşit olduğu” sorusunu. “Herkes eşittir/ eşit olmalıdır” demek kolaysa da  veganizm ve hayvan özgürlüğü mücadelesinde eşitlik bir etik prensip olarak meselenin esasını oluşturduğu için sanki bütün hikaye burada başlıyor. Kavramın sosyopolitik bir varlık olarak sadece insanın evrenine ait olduğu kabulü yeterliyse ötesine geçmeye çağırılabileceklerin  sayısı da aniden azalıyor. Diğer bir ifadeyle, sözü “eşitlik insanın dışında kalanlar için bir  bağlam oluşturmaz, yani tanımsızdır” demeye getirmek… Hayvan olarak insanın ve insan olmayan hayvanların birbirine karşı konumlanışını buradan ele almak, eğer varsa hangi meşru gerekçeyi aklımızda tutmayı gerektiriyor? Eşitlik insanın inşa ettiği politik bir kavramdır ve insan olmayan hayvanlar bunun dışında kalır (mı?). O halde, yazının başına referansla sormak gerekirse: Hangi insan? Antropolojik çalışmalarda kıyas olarak kendini merkeze alan mı? Çalışmaların öznesini teşkil eden,  merkezden uzak olan insan mı?

Gezgin ve fotoğrafçı Mark Eveleih’in Iban halkıyla geçirdiği zaman içerisindeki tanıklığı bu manada epey kayda değer. Eveleih Borneo’nun şöhretli kabilesi Ibanları ziyaret eder  ve duyduklarını şaşırarak aktarır[1]:

“ ‘Büyük babam bir orangutan olmuştu’ dedi avcı Kubi anak Mani. ‘Yaşlılığında kollarında uzun tüyler uzamaya başlamıştı. Evin kirişlerinde sallanmayı seviyordu. Nihayetinde, evden çıkıp ormana gitti.’ Gayriihtiyari,  orada, bizimle birlikte oturan insanların yüzüne baktım. Başlarını ciddiyetle sallayarak onayladılar. Hadise bir başka evde meydana gelmiş olsa da şüphe etmeyecek kadar çok duymuşlardı bu hikayeyi. Rehberim Bayang anak Penguang  ‘Bu olduğunda ben de oradaydım’ dedi. ‘Çok küçüktüm ama hatırlıyorum. Kubi’nin büyükbabası ayrıldığında boynunda  hala kandi kesesi asılıydı ve içinde betel yemişi taşıyordu. İnsanlar yıllar boyu, sık sık, ormanda aynı kandi kesesini taşıyan bir orangutana denk geldiler.”

Eveleih’in anlattıklarını okuyabilecek durumda olan muhtemelen herkes onun tepkisinin bir benzerini verirdi. Bir insanın orangutana dönüşmeyeceğinden emin olarak  düşünmek… Fakat bu inanış ya da mit Ibanların orangutanları kendilerinden görmeleri ve onlara saygı duymalarının sebebidir anlaşılacağı gibi. Orangutanlar bu nedenle Iban topluluğunun olağan bir parçasıdırlar  ve anlaşılan o ki aralarındaki mesafe kültürel olarak farklı değerlere ve pratiklere sahip iki insan topluluğunun birbirine olan mesafesi gibidir. Bu ilişkinin istisnaî kültürel bir motif olduğu zannedilmemeli. İyicil ya da kötücül bir kültürel davranış olmasından bağımsız, genel olarak gorillerin Afrika’nın kimi topluluklarında yeniden dünyaya gelmiş, dönüşmüş insanlar olduğu kabul görür. Bu bazen kabiledeki cenaze ayinini ziyaret edip, çalgılar eşliğinde dans eden ve bir ay kadar köyün yakınlarında kalan, ölen kişinin ruhuna sahip olduğuna inanılan bir gorildir; bazen dönüşmüş bir cadıdır, kimi zaman da bir ailenin ölmüş kız çocuklarının tekrar annesini babasını ziyaret ederken girdiği formdur. Öyleyse, ana fikir uzakta değil. İnsan olmayan hayvanlarla başka bir ilişki kurmak ve bunu sürdürmek mümkün.[2]

Esasen, hakkındaki tartışmaları bir müddet bir yana bırakırsak,  iletişim halinde olabildiğimiz insan nüfusunun evcil hayvanlarla kurduğu yaygın ve duygusal ilişki türü bu mesajı bize sürgit iletiyor.  İsim sahibi, eşsiz kılınmış, aile ya da hane bireyi olarak kabul gören kediler, kuşlar  ve köpeklerle inşa edilen bağın olağanlığı kuralı oluştururken, zıttında duran  itirazlar istisnayı oluşturuyor. Bu olağanlığın üzerine kurulu bir endüstri, kurumsal yapılar, buna bağlı sektörler baştan sona bu duygusal onaydan güç alarak kendini üretiyor. Bir Asya ya da Afrika kabilesinin kutsallık, doğaüstülük, mistisizm bağlamıyla gorillerle ve belki de nice hayvanla kurduğu ilişkiyi  “modern dünya”dan ayıranın bir değer farkı olduğunu görmek dikkate değer olsa gerek. Zira en nihayetinde insan olmayan bir hayvanla kurulan duygusal bağın ya da soyu tükenmek üzere olan bir başkasının yaşaması için sarf edilen gayretin ardındaki değer, bir gorili, ölmüş üyelerinden birisi olarak gören kabilelerin değerlerine kıyasla “daha rasyonel” ve “daha gerçekçi” değildir. İddiam, pratiklerine hiç aşina olmadığımız uzak diyarların görece daha merhametli olduğunu, insan olmayan hayvanlara hak ettikleri özgürlüğü ve güveni verdiğini egzotik bir yüceltmeyle anlatmak değil.  Isaac Bashevis Singer’a atfedilen “canlılara yönelik davranışlarında bütün insanların birer nazi olduğu” veczine uymayacak herhangi bir insan topluluğunun olduğunu varsaymak olası değil.

Fakat ürkütücü olan gerçek, yadırganması gerekenin, olağanın yerini alarak onun niteliklerini çalması, insan tarafından yeniden üretilip birçok araçla sürekli kılınması  olmalı (Reklamlar, eğitim, sağlık sektörü, laboratuvarlar, kusursuz konfor talebi, bir gusto ayinine dönüştürülmüş yemek kültürü vs).  Daha ürkütücü olan ise veganizmin işaret ettiği ve kurmaya çalıştığı olağanlığı (Hayvan  katlini ve  sömürüsünü durdurmak) görmezden gelmenin politik bir işlevselliğe sahip olması, veganizmin istisnaya dönüştürülmesi ve “anormallik” olarak işaretlenmesi -olsa gerek. Bu bağlamda hayvanlarla kurulacak bağlar üzerine yaratıcı bir perspektifle düşünmek,  yani gorili görmenin tek bir yolunun olmadığını bilmek, herkes için rehberlik edebilecek bir bilgi olabilir. Veya kanın endüstriyel bir gereklilik olarak döküldüğü kültürel ve ekonomik bir düzenin distopik bir senaryo kadar rahatsız edici olduğunu fark etmenin;  hayatın ortasında olagelen, hegemonyanın koruduğu ve sıradanlığına kalabalıkları ikna ettiği gaddarlık (kentlerin çeperindeki mezbahalar, kaldırım üstü kasaplar, soykırım makinesi olarak çalışan fabrikalar, uzuvlarla donanmış market reyonları, onları steril lezzetlere indirgeyen  restoranlar ) aykırılığın ta kendisi iken, rasyonel ve vicdani olanı hak ettiği yere konumlandırmanın yollarından biri. 

Singer’ın öyküsü The Slaughterer’ın (Kasap)  ana karakteri Yoineh Meir’in  her gün katlettiği,  kanlarıyla toprakta koyu kırmızı birikintiler oluşan tavukların, hindilerin, ineklerin, danaların çektiği acı sebebiyle yavaş yavaş aklını ve  şuurunu yitirmesinin anlatmaya değer bir özünün olduğunu fark etmek gerekiyor, sanırım. Zira insanları nazilere benzetirken Singer, sadece akıl almaz vahşeti değil,  faillerin yaptıklarından dolayı akıllarını yitirmeyecek kadar o vahşeti benimsemiş oldukarını da anlatmak istiyor.

[1]https://www.discoverwildlife.com/animal-facts/mammals/the-people-who-believe-orangutans-are-family/

[2] Adam Pérou Hermans Amir (2019)  Who Knows What About Gorillas? Indigenous Knowledge, Global Justice, and Human-Gorilla Relations, https://journals.psu.edu/ik/article/view/60158

Yazar: E. Kubilay Yüksel